13 Kasım 2013 Çarşamba

ŞİDDETİN ŞİİRİNİ ARIYORUM

ŞİDDETİN ŞİİRİNİ ARIYORUM
Türk Sineması’nın en deneyimli yönetmenlerinden Erden Kıral, sanatsal arayışlarına ve üretimine devam ediyor. Yeni filmi “Yük” için Zonguldak’ta maden ocaklarına inen Kıral, madenleri psikolojik labirentler olarak metaforlaştırıp üçlü bir ilişki üzerinden anlatıyor hikayesini. “En iyi filmim” diyor Kıral “Yük” için. Erden Kıral’la söze “Yük” filminden başlayarak sinemasını oluşturan öğeler üzerine konuştuk.


KULAĞIMIN ÜSTÜNE RAHAT YATIYORUM
Nedir sizin gibi deneyimli bir yönetmene "en iyi filmim" sözlerini kullandıran?
Kulağımın üstüne rahat yatıyorum. Mutluyum böyle bir film yaptığım için. İki resimde üçüncü bir anlam çıkarmak istedim. Minimalist bir film yapmak istiyordum. Ve bunun da altından kalktığımı sanıyorum. Öteki filmlerime pek benzemeyen bir kayıt biçimi var. Yük 80’lerde yaptığım büyük filmlerimin yanına koyabileceğim bir film. Atlayarak anlatma yöntemi kullandım. Bu aslında özellikle edebiyatçılarda, Hemingway’de, Faulkner’da var. Sinemadaysa Robert Bresson’da var. Asıl olayı silip, etrafından dolanarak ima yoluyla anlatmaktır bu. Ben de bu filmde cinayeti sildim. Cinayetin nedenleri ve kimin işlediği konusunda bütün bilgiler adım adım diyaloglarla ortaya çıkıyor. Hemingway’in bir öyküsü aklıma geliyor. Bir boksör eskisi, bir kasabada bir bar işletir. Kasabaya iki adam gelir onu öldürmek üzere. Fakat öykünün sonuna dek neden öldürmeyi düşündüklerini öğrenemeyiz. İma yoluyla bunu anlamaya çalışırız. Öyle sanıyorum ki boksör profesyonel hayatında çok büyük bir yanlış yapmış. Bu nedenle geliyorlar. Yani bu silmenin esası edebiyatta da var.
Yük'ü oluşturan çerçevenin içinde neler var?
Üç kişilik bir öykü bu. Başlangıçta kaçan ve kovalayan iki adam var. Sonra öykü birdenbire vites ve yön değiştiriyor. Gerçeklik payı da var. Tonya’dan Zonguldak’a gelen bir maden işçisi hasmı tarafından izleniyor ve bir yıl sonra orada bulunuyor ve cinayet işleniyor. Ancak bu gerçekliği, filmi Zonguldak’ta kurduktan sonra öğrendim. Burada kaçan adamın büyük bir suskunluğu var. Bunun nedeni ise, iyi okunursa film; iktidarsızlığı. Başta kadınla adamın fiziksel uzaklığını verdim. Birbirlerine uzaklar. Kaldı ki, kaçan adamın bilinçaltında büyük bir hıncı da var. Çünkü karısının eski sevgilisi. Ne olduğunu biliyor. Sonunda da korkuları birikip, büyük bir cesaret halini alıyor; ve adamla karşılaştığında da beni öldür diyor. Ben bu yükü artık taşıyamayacağım. Kanundan kaçmıyor çünkü küçük kardeşini polise veriyorlar. 16 yaşında ve kısa bir süre yatıp çıkacak. Aile karar alıp, bunu uzak bir yere, Zonguldak’a gönderiyorlar. Hasmı bunu bulduktan sonra, bir göçük sonunda herkes orada toplanıyor. Kadın da geliyor. Kadını görünce, yeniden elde etme dürtüleri harekete geçiyor. Tülin’e şunu söyledim. Burada ikili bir oyun var. Başlangıçta arızalı bir ilişkiniz var ama evlendikten sonra, şu noktadan sonra da tamamen kitlenmen gerekiyor gelen adama. Orada ele geçirme ve adamı reddetme psikozunu işledik.
ÖYKÜ SİNEMA SANATINA DAHA YATKIN
Öyküleri sinemaya daha uygun, daha yakın bulduğunuzu söylüyorsunuz. Bunun sebebi öykünün yapısal olarak daha minimal bir dile sahip olması mıdır?
Roman sayıyla, öykü nakavtla kazanır. Romanlarda çok fazla diyalog, olay dizisi vardır. Bunları ayıklamak gerekir. Hakkari’de Bir Mevsim, Fransa’da gösterildiğinde jüri başkanı, yazarı Ferit Edgü’ye, “yazarlar romanlarından yapılan filmleri pek beğenmezler ve yönetmenin ihanet ettiğini söylerler” dedi. Ve “yönetmen size ihanet etti mi” diye sordu. “Evet, etti ama çok güzel ihanet etti” dedi Ferit Edgü. Sırrı, özü budur meselenin. Romanı alıp ihanet etmek, yeniden kurmak gerekir. Çünkü farklı bir yapıdır o. Biz tiyatro metnini gördüğümüz zaman, senaryo hazır sanırız. Ama aslında tiyatro da farklı bir yapıdır. Yapmacıklık üzerine kuruludur. Bulut, kartondan bir buluttur. Sinema ise gerçeklik üzerine inşa edilir. Öyküyü bir film öyküsü gibi kabul edip, onun etrafında bir senaryo oluşturabilirsiniz. Öykü, sinema sanatına daha yatkın, daha akraba gibi geliyor bana.
Sinema, yapaylığı hissettirmediği ölçüde başarılı olan bir şey. O zaman düşsellik hikayenin gerçeğine içkin, o gerçekliğe ait bir düşsellik mi olmalıdır?
Metafor önemlidir bir yönetmen için. Ama metaforun, gerçeklikten gerçeküstüne geçmenin de maddi bir temeli var. Bir kadının göğüslerini bir canavarın ağzından çıkan alevlere benzetemezsiniz ama bir füzeye benzetebilirsiniz. Gerçekçilik, gerçekçi olmaya çalışmaktır bence. Gerçekçi olmaya çalışırsanız, gerçekçi bir iş yapabilirsiniz. Ama yaptığınız bir kurmaca tabii, haber filmi değil. Kurmacada başka bir boyuta geçme imkanı var. Bu biraz yaratıcılıkla, algı dünyanızla ilgili. Ayna filminde bu mesele var. Ölen adam geri gelir. Evin içine gömdükleri cesedin üzerinde bir beyaz öküz vardır. O kadın, sevgilisini, ölen adamı o öküzle özdeşleştirir. Bunu anlayan kocası da öküzü öldürür. Bunlar çok katmanlıdır. Derinlikli bir öykü ve bunu da sığlaşmadan yapabildik. Bütün zamanların en iyi Avrupa filmleri listesinde hala başta duruyor Ayna. Burada gösterildiğinde tanıdığımız bir eleştirmen “Güzel ama ne” diye bir başlık atmıştı. Tabii güzel de çok ideolojik bir şey. Doğruyla, iyi olanla bir bağlantısı var. Ama Atilla Dorsay’ınki haricinde pek derinlemesine bir eleştiri okuyamadık.
Düşsellik-gerçeklik meselesi çok fazla formül, ölçek vs. kaldırmaz. Onun için filmlerinizi karnınızdan doğru yapın. Çünkü akıl, bilinç yaratıcılığı öldürür. Post prodüksiyonda masaya oturduğunuz zaman, orada aklın, matematiğin ön plana geçtiğini görüyorsunuz. Masada, kurguda filmi tamamıyla da değiştirebilirsiniz. Ama eğer bir filmin ön sahnelerini çok keserseniz, resimlerden çabuk çıkarsanız, filmi durduramazsınız sonra. Giderek fazla hızlanır. Onun için başlarda sakin olmak gerekir.
ŞİDDETİN ŞİİRİ
Geçen gün bir yönetmen “abi sen çok sertsin” dedi. Evet, ben aslında şiddetin şiirini arıyorum. Yalnız kaldım ama Yeşilçam klişelerini, kalıplarını değiştirdiğimi sanıyorum. Ana akım sinemasına hiçbir zaman göz kırpmadım. Bu işe gönül verenler, yaşamak için film yapmazlar. Film yapmak için yaşarlar.
Ses, sinemaya ne katar?
Ses, bir filmin yüzde 60’ıdır bana sorarsanız. Bunu David Lynch’i okuyarak ve onun bütün filmlerini izleyerek öğrendim. Lynch, adeta sesle atmosfer kurar, sahne kurar. Mesela “Silgi Kafa”da tamamıyla sesle anlatılır her şey. Sonraki filmlerinde de sesler çok egemendir. Türkiye’de ilk defa sesli çekimi 1984 yılında Ayna filmi ile ben yaptım. Filmi sıkıyönetim olduğu için Yunanistan’da bir adada çektim. Sesli çekimin ne kadar önemli olduğunu da o filmde kavradım. Bir de ben sesleri biraz müzik gibi de algılamaya başladım. Doğa sesleri, insan sesi, rüzgarın, denizin sesi, bunlar çok etkili ve şiirsel efektlerdir.
BİR SAHNENİN ALTINI ÇİZMEK ZAFİYETTİR
Benim özellikle bir müzik sendromum var. Müzikten korkuyorum ve biliyorsunuz filmlerimde yaşadığım sorunlar oldu. Bir tren sahnesine, tren ritminde müzik koyuyorlar. Ona o ritimde müzik koyduğunuz zaman altını çizersiniz. Bir sahnenin altını çizmek bence zafiyettir. Onu yorumlamaktır esas. Benim için sinema, hayatın basit ayrıntılarından felsefe yapma işidir. Çok basit bir ayrıntıyı alır ve ondan felsefe yapabilirsem o film kalıcı olur. Müziği ne kadar çok geriye çeker, efektleri ne kadar çok öne getirirseniz o kadar etkili olursunuz. Ama dizi alışkanlığından arkadaşlar bangır bangır açıyorlar, hemen her sahneye müzik koyuyorlar. Bunu doğru bulmuyorum. İyi bir film müziği, kendini hissettirmeyen müziktir. Ama plakları yapılan bir film müziğiyse, o filmi ütülemiş demektir.
TÜRK SİNEMASININ ESKİ DÖNEMLERİ
Türk Sineması'nın hem geçmişini hem bugününü bilen birisi olarak bugünün ve geleceğin sinemacılarına Türk Sineması'nın eski dönemleri için "şuraya bakın" diyebileceğiniz bir şey var mı?
Benim sinemama bakın demek bana düşmez ama Lütfi Akad’a dönüp bakın. Çünkü Lütfi Akad’da kadrajda biraz geometrik araştırmalar vardır. Özellikle Sisler Rıhtımı’nda. Sakinlik, sadelik ve kadrajlarının sağlamlığı önemlidir. Metin Erksan’ın kamerası havada gevezelikler yapar. Diğer taraftan hemen her filminde yeni formlar bulur. Picasso nasıl durmadan yeni formlar buluyorduysa, sinemamızda da bunu Metin Erksan yapıyordu. Onun dayanılmaz çekiciliğine ben hayranım. Tabii en önemlisi de benimde çok yakınım olan Yılmaz Güney. Yılmaz Güney, senaryo yazarken karakterleri oynayarak yazardı. Yol filmine başlamadan önce bana oynayarak anlatırdı. Ben onun yüzüne bakarak filmi görmüştüm. Sonra işi durdurdu. Bunun nedenlerini artık herkes biliyor. Yılmaz Güney’in senaryo yazmaya vakti olmadı çok. Ama içeride “benim çok vaktim var” derdi bana. Sürü’yü yazdı. Yol’u yazdı. Bu iki senaryo çok önemlidir. Ders olarak okutulmalıdır. Öte yandan da bir sinema dehası vardır. Umut filmini yazarken geceleri dama çıkar ve Yenice paketinin üzerine notlar alır, gündüz o notlarla devam ederdi. İki gün sonrasının ne olacağı bilinmezdi. Ve her gece bunu yinelerdi. Her gece yenice paketine bir kaç sahne yazar, sabah bunu çekerdi. Hem Metin Erksan’da hem de Yılmaz Güney’de bir sinema dehası vardı.
EMEK SİNEMASI: İKSV NEDEN MÜDEHALE ETMEDİ
Emek Sineması’nda yaşananlar hakkında düşünceleriniz?
Bir kere sinemayı yukarıya taşıyacaklar ve cep sinemaları yapacaklar. Neden? Çünkü alışveriş merkezi yapılacak ve girişe vitrinler konacak. Ticaretin, sanatın ve kültürün üstünde olduğunu görüyoruz. Ticaret ve ekonomi kültürden daha öne çıkmamalı. Yukarıya taşınması aynı şey değil.
İkincisi, zamanında orası bir özel şirkete verildiğinde neden müdahale edilmedi? İKSV’nin içinde çok büyük burjuvalar var. Büyük holding sahipleri var. İKSV neden müdahale etmedi. Bu sorunun cevabını ben bulamıyorum. Geç kalınmış bir mücadeledir. Ama devam ederse, kurtarabiliriz diye düşünüyorum. Orası bizim belleğimiz. O kadar çok anım var ki. Hakkari’de Bir Mevsim’in, Bereketli Topraklar Üzerinde’nin ilk gösterimleri orada oldu. O geceleri unutamıyorum. Sonra Mavi Sürgün’le Altın Lale aldığım o anlar ebedileşir, o sahnede ebedileşir. Şimdi onlar yıkılıyor. Geçmişim, hafızam yıkılıyor. Emek Sineması, sinema olmaktan öte, çok daha geniş, çok daha anlamlı bir şey. Costa Gavras’ın dediği çok doğru. Simgesel yerleri yıkarsanız, sanatsal, politik ve sosyal bir hata yapmış olursunuz.
 *Yurt Gazetesi'nde yayınlanan röportajın kısaltılmamış halidir.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder