8 Kasım 2013 Cuma

DUVARA ÇARPIP IŞIK VE KÜLE DÖNÜŞEN KUŞAKLAR



DUVARA ÇARPIP IŞIK VE KÜLE DÖNÜŞEN KUŞAKLAR

Söyleşi: Erdem Şimşek
“Bahar İsyancıdır”, Selma Köksal'ın ikinci uzun metraj filmi. İsmini Onat Kutlar’ın “Bahar İsyancıdır” adlı eserinden alan film, eserin doğrudan bir uyarlaması değil. Hikayenin merkezinde bulunan tiyatro topluluğunun oyunları içinde Kafka ile birlikte yer buluyor Onat Kutlar’ın eseri. Ve oyunların, tiyatro ortamının dışında, dışarıdaki gerçek dünya çok daha karanlık oyunlar sergiliyor. Tiyatro topluluğunu Türkiye’nin prototipi olarak hikayeye yerleştiren Köksal, otobiyografik öğeler de kullanarak bu şablon üzerinden ilerletiyor hikayesini. Çerçevesini çizdiği dünya karanlık olsa da umuttan vazgeçmeyen bir söylemle konuşuyor Selma Köksal. Onat Kutlar’dan alıntılayarak duvara çarpan kuşakların kül kadar ışığa da dönüştüğünü, dönüşeceğini vurguluyor.


Hikayenin merkezinde bir tiyatro ekibinin varlığı, bana “geçmişe ait bir düşselliğin özlemi” hissiyatı verdi. Bugüne değil geçmişe ait bir anlatı öğesi gibi tiyatro toplulukları. Bu film için nasıl bir işlevi var bu tiyatro topluluğunun?

Sinemanın her daim temalarından biri olmuştur “geçmiş zamanın izinde“, yitirilenler anlamında, elden kaçanlar anlamında.  Sanırım size bir tiyatro topluluğunun öyküsünün bir filmde anlatılıyor olmasının geçmiş zamana dair bir şey gibi gelmesi, bir grup insanın birlikte ortak bir duygu ya da amaç etrafında birleşmesi artık zamanın ruhuna uygun olmayan bir durum. “Bahar İsyancıdır”, İstanbul’da bağımsız bir tiyatro topluluğunun izleğinde ilerliyor. Filmin senaryosunu yazarken büyük ölçüde kendi tiyatro topluluğumun öyküsünden yola çıktım. Ancak birebir bir dönem hikayesi çekmeye odaklanmadım. Birincisi gerçek bir dönem hikayesi çekebilecek ekonomik olanaklarım yoktu, ikincisi bu bir kurmaca filmdi ve ne yaparsam yapayım gerçeği birebir çekeceğim diye kendimi kısıtlamış olacaktım. Bu nedenle filmin öyküsünü “Sonra”, “Daha Sonra” diyerek 3’e böldüm ve 3. Bölümde de “Önce” diyerek 2. zaman dilimine geri döndüm. Filmin sonlarına doğru, 3. Zaman dilimi ile 2. zaman dilimine yazısız olarak birer kez daha geçtim. Elbette tüm bu zaman geçişlerine, anlamı iletmek, anlamı tamamlayacak duygu ve düşünce bütünselliğini yakalayabilmek içindi. Bana direkt sorarsanız çok yakın bir zamana kadar böyle bir tiyatro topluluğunun macerasının tam da içindeydim. Maalesef kendi tiyatro topluluğumuzun öyküsü Beyoğlu’nun oteller bölgesine dönüşüm süreci içinde bir kaç ay önce sonlandı. Yıllardır bulunduğumuz ve oluşturduğumuz tiyatro mekanımız şimdi otele dönüştürülecek. Yani artık geçmiş oldu.

Yine eskiyi anlatan birçok filmde bir arada yaşayan, hayatı paylaşan insanlardan kurulu topluluklar tiyatro toplulukları ya da kumpanyalar. Bugünse ancak “ortak amaçlarının süresi kadar” bir arada insanlar. Filmdeki tiyatro topluluğunun birlikteliği nasıl bu noktada?

Filmin öyküsünün esinlendiği tiyatro grubumuz “Oyuncular Tiyatro Grubu” 1991 yılında kuruldu ve en son oyunumuzu 29 Mart’ta oynayarak sonlandırdık. Yani 22 yıldır birlikteliğimiz sürmüş. Bu grup pek çok oyuncu, yönetmen, tasarımcı, müzisyen arkadaşımızın destekleriyle var oldu, büyüdü, sonrasında da Türkiye’deki, İstanbul’daki kentsel dönüşüm projesinden, kültür politikalarından nasibini alarak sonlandı.

Filmin edebiyatla ilişkisine gelelim. Hem Onat Kutlar’ın eserinden yola çıkıyor, hem de Kafka’nın dünyasını kapsıyor. Film, edebiyatla ilişkisini nasıl bir eksende kuruyor?

Herşeyden önce bu filmin temasının, adı gibi, Onat Kutlar’ın “Bahar İsyancıdır” adlı öyküsünün temasına bir gönderme olduğunu söylemeliyim. Kafka ise, kafkaesk dediğimiz atmosferle, içinde yaşadığımız ülkenin, insanlarına yaşattığı kabus gibi atmosferiyle var. Grubun kiracı olarak bulundukları bir Vakıf sahnesinin fuaye kısmındaki, provalarını yaptıkları “Sokağa Bakan Pencere” (grubun üzerinde çalıştığı Kafka’nın öykülerinden birinin adı) ve ardındaki Taksim meydanı; onlar Kafka provalarını yaparlarken Devlet dediğimiz iktidar mekanizmasının kul gibi gördüğü yurttaşlarına uyguladığı şiddet olaylarına tanıklık ediyor. Gene oyunlarını oynadıkları, provalarını yaptıkları bu bina, kayıp yakınlarını protesto eden gençlerin ve kayıp yakınlarının işgaline tanıklık ediyor. Böyle bir atmosferde yaşıyorsunuz, bu havayı soluyorsunuz, siz “Açlık Canbazı”nı (Kafka’nın bir öyküsü) oyunlaştırmaya çalışırken, dışardaki dünyada gerçekten birileri açlık grevinde ölümle burun buruna. İsterseniz Kafka’nın “Cezalılar Kolonisi” ve “Şarkıcı Josefine” adlı öykülerinin filmdeki yerleri ve göndermelerini de seyirciye bırakalım. Biraz onlarda seyircilik görevlerini yerine getirsinler.

Film üç zaman diliminde geçiyor. Zamanfilmde nasıl bir akışa, ritme, işleve sahip?
Filmin senaryosunun ilk yazımında aslında çok daha karmaşık bir zaman akışı tasarlamıştım ama algılamak konusunda okuyanlar zorluk çektiklerini söyleyince üç zaman dilimi ile sınırlandırdım. Bir de az önce anlattığım gibi bir kaç kez bu zaman dilimlerinde geçişler yaptım. Sinemanın yarattığı sinemasal zaman ve sinemasal mekan dediğimiz iki kavram da sihirli kavramlar. Her film, zamanı, her filmle tekrar tekrar başa sarılıyor. Sizin az önce geçmiş zaman dediğiniz şey, önümüzdeki zaman dilimlerinde filmi seyredecek seyirciler için hep şimdiki zaman olacak. Dolayısıyla sinemanın zamanı bambaşka bir zaman kavramı ve algısı. Ne iyi ki sonsuzluğa kadar şimdiki zaman.

Hem senaryo yazımında, hem çekimlerde teknik denemeler söz konusu.

“Bahar İsyancıdır”da sizin de az önce yakaladığınız gibi senaryo kurgusunda ufak tefek denemeler yapabildim. Daha cesur denemelerim inşallah ileriki projelerimde olacak. Ancak filmin çekimlerinde büyük ölçüde istediğim uzun haraketli planları ve doğaçlama oyunculuk tekniklerini deneyebildim ve uyguladım. Filmin %80 steady Cam ile çekilmesi yanında,zaman ve para sıkıntısı, birçok sahneyi bire bir çekmek zorunluluğunu getirdi. Bu anlamda mükemmele yaklaşabilecek görüntü (netlik) ya da oyunculuk ya da ışık tasarımı uygulamalarımızdan ödün vermek zorunda kaldık. Örneğin bir oyuncu –“ben burada oyunculuğumu beğenmedim”, ya da ışık tasarımcısı –“bu ışık olmadı”, dediyse de ben devam etmek zorunda kaldım. Bir de hayıflandığım iki gün daha şehir çalışmak ve filmin aralarında şehir görüntülerini daha çok kullanmak istiyordum ancak çekim programımızı yetiştiremedik ve ben iki gün daha kamera ekip ve ekipmanını temin edemedim. Gene de filmin ritmi ve stili genel anlamda istediğim gibi oldu. Ritim, biraz hızlı bile oldu denilebilir. Burada benim kişisel ritmim de söz konusu. 

Umutsuz bir dünya mı izleyeceğimiz yoksa aslında bir umudun izini mi sürüyoruz gizliden?

Elbette tüm bu acı tabloya rağmen umudumuzun, ütopyalarımızın izini sürüyor filmim, başka türlüsü düşünülemez, çünkü ütopyasız bir insanlık var olamaz. Onat Kutlar’ın inci tanesi bir Türkçe ile yazdığı aynı adlı öyküsü bu metaforu öyle güzel anlatmış ki! Duvara çarpıp ışık ve küle dönüşen kuşaklar! Her birimizin hayatı, hatta kuşakların hayatları ne yazık ki süpürülüyor ancak kelebek etkisini unutmayalım,  toplumsal değişimler bir kuşakla, ya da kuşaklarla değil belki de çok daha uzun süreçlerin ve uğraşların sonucudur. 

Bu sarmal bir durumu işaret ediyor aslında. Hikaye içinde gerçekle çatışan sanat; Kafka'dan daha Kafkaesk dünya; ama o dünyanın ipliğini pazara çıkartacak olan da bu sefer sinema ile yine sanat.

Adrea Bazin, bir yazısında sinema ile gerçek ilişkisini Asimptod ilişkisine benzetir. Sinema gerçeğe hep daha çok yaklaşır ancak bir türlü çakışamaz. Yani gerçek olamaz. Ancak tüm sanatlar içinde en çok gerçekle işkillendirilen sanat dalıdır sinema. Ben de hep gerçeği reverans alarak film dünyamı oluşturmaya çalışıyorum. Aslında bu filmde de arka plandaki Türkiye panoraması ve İstanbul’un manzaraları ile grubun üzerinde çalıştıkları Kafka öyküleri ile çakışmalar, paralellikler, sadece retorik düzeyde değil, görsel olarak da çokça var. Beni en çok ilgilendiren ise, başkahramanımın ve diğer yan kahramanlarımın dirençleri. Filmimde, bombalı bir saldırı sonucu öldürülecek olan yazarın, gelecekte karanlık güçler tarafından yaşamı elinden alınacak bile olsa, Rüya’nın “ülkemizde karanlığın, gericiliğin hakim olmasından hiç mi korkmuyorsunuz” sorusuna, dimdik, onurla “hiç korkmuyorum” diye cevaplamasının geleceğe dair bir ışığın, direncin simgesi olduğunu düşünüyorum. Sanat ise direnmenin en önemli unsurlarından biridir, ya da benim için öyle.

Sanatçı için her eseri ayrı, özel anlamlar taşır. Sizin için nerede duruyor “Bahar İsyancıdır”
Sanırım benim için hep en özeli en yürek parçalayıcı olanı olacak.

Gösterime yalnızca tek kopyayla girecek film. Bu konuda ne söylemek istersiniz?
Ben ne diyeyim? Konuşması gereken benden önce koca bir sektör var. Yapımcılar, dağıtımcılar,  festival yöneticileri, ön jürileri arka jürileri, televizyonlardaki film alımcıları… Onlar konuşsun, onların eseri.

Yurt Gazetesi Kültür Eki'nde yayınlanmıştır



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder