BİLİNÇDIŞININ UÇSUZ BUCAKSIZ DÜNYASI
Söyleşi: Erdem Şimşek
18-19 Mayıs 2013 tarihlerinde
gerçekleştirilecek “Taşra ve Edebiyat” sempozyumu öncesinde Mesut Varlık ile sempozyumu
ve değişen taşra-merkez ilişkisini konuştuk. Merkezi bilinç, taşrayı bilinçdışı
ile metaforlaştıran Varlık, hakiki metinler için de umudunu taşrada tutuyor. Varlık’ın
dayanak noktalarından baktığımızda, dilin bilinçle kullanımından alınabilecek
sonuçları matematik dahilinde sayarsak, bilinçdışının uçsuz bucaksız dünyası için
metni matematikten kurtaracak, can verecek yerdir diyebiliriz pekala.
Taşra neresidir?
Bu soruya verebileceğim biri kısa
biri uzun iki yanıtım var: Kısa olanı; bilen varsa söylesin, olabilir. Uzun
olanı ise, merkez-taşra diye çok uzun yıllardır, bizden önce yapılan, bizlerin
de çoğu zaman kısa yoldan derdimizi anlatmak için yaptığı ayrımı makul bir
şekilde savunacak yahut destekleyecek verilerin kalmamış olmasını görerek
başlıyor. Ancak “taşra” kelimesini bir kavram olarak ele aldığımızda, mesele
daha da zenginleşmeye başlıyor; çünkü o zaman sadece coğrafi ve/veya
ekonomik-sosyal açılardan bakmak zorunda kalmıyoruz. Bu kez “taşra” dediğimiz
yer, bilinçdışının bir metaforu olabiliyor örneğin. Veya sıkıcı “merkez”in
insanda bıraktığı “sıkıntı” olarak bakabiliyoruz. Merkez ve taşra öylesine
birbirine girmiş durumda ki bugün, bizim için merkez neresiyse, taşrayı ona
göre belirleyebiliyoruz artık. Böylece her yer merkez, her yer taşra
olabiliyor. Postmodern bir noktadan söylemiyorum elbette bunu: Klasik merkez ve
taşra ayrımının yerine yeni kavramlar üretmemiz gerektiğini düşündüğüm için
“şeytanın avukatlığı” olsun diye söylüyorum.
Sempozyum fikri nasıl ortaya çıktı ve neyi hedefliyor sempozyum?
Yıllar önce Hasan Ali Toptaş ile
bir sabah kahvaltısında sohbet ederken, onun anlattıkları üzerinden böyle bir
toplantı yapma fikri gelmişti aklıma. Ama tabii böyle bir organizasyonun mali
birtakım gereklilikleri vardı ve bunları şahsen karşılama imkanım yoktu.
Nihayet, Toplumsal Haklar ve Araştırmalar Derneği’ni (TOHAD) bir grup dostumla
kurduktan birkaç yıl sonra Ulusal Ajans’a bir proje sunduk ve kabul edildi. Sempozyum,
bir yandan İstanbul dışında yaşayan yazarları İstanbul’daki okurlarıyla
buluşturmak amacını taşıyor. Ama öte yandan da özellikle, sosyolojik açıdan
neredeyse kalmamış olan merkez-taşra ayrımını, hâlâ devam ettiren —birkaç
yayınevi haricinde elbette— yayın dünyamızın bu “değişime” dikkatini çekmek. Bu
nedenle de Sempozyum’un ertesi günü, yani 19 Mayıs’ta altı yazarımız altı ayrı
odada okurlarıyla birlikte atölye yapacaklar ve her odadan en az birer cümle
çıkacak. Sonuçta, bu cümleler ışığında ve toplamında “Taşradan Edebiyat
Manifestosu” oluşturulacak. Yayın ve edebiyat dünyamızın, kolayına gelen bazı
alışkanlıklardan kurtulması gerekiyor artık. Bu Sempozyum’un en azından bazı
konuların yeniden tartışılmasına yarayacağını ümit etmek isterim.
Nedir taşrada yaşayan yazarın sorunları?
Bugün, sadece metninin iyiliği
sonucunda, herhangi bir “tanışıklık”, “çevre”, “ortam”, “hamil-i kart”
müdahalesi vs. olmadan ilk kitabını saygın bir yayınevinden yayınlatabilmek
hayli güç. Yayın ve edebiyat dünyamızda, sadece Türkiye’de de değil bütün
dünyada, durum neredeyse hep böyleydi. Ama bugün artık Türkiye’de kıymeti
reklamından menkul kitapların eskiye nazaran giderek artması ve piyasayı domine
eder hale gelmesiyle birlikte, bu konu daha da öne çıkarılmalı, diye
düşünüyorum. Zira sırf İstanbul’da yaşamadığı için, İstanbul’daki bazı “kilit”
isimlerle ahbaplığı olmadığı için çok uzun yıllar eserlerini basma sorunu
yaşayan Hasan Ali Toptaş, bahsettiğim bu durumun en yakın ve bariz
örneklerinden biri. Sempozyum’a katılan Şükrü Erbaş’ı, Ethem Baran’ı da bu
açıdan saymalıyız belki.
Mesafeler kısalırken yayıncılıkta nasıl değişimler gerçekleşiyor?
Dediğim gibi, pek de bir şey değişmiyor
aslında. Tabii merkez-taşra “ayrımı” açısından. Yoksa elbette yayınevlerimizin
çok büyük kısmı “çoksatan” kitapları bulmak ve onları afiyetle tüketecek okur
kitlesini kurslar-tanıtımlar-ilanlar vs. yoluyla yaratmak konusunda hayli
mesafe kaydettiler. Neyse ki hâlâ bir avuç yayınevi, etrafında toplandıkları
etik değerlerin peşini bırakmaksızın iyi ve sıkı yayıncılık yapmaya devam
ediyor. Bugün Türkiye’de bir entelektüel ortam varsa, onların sayesindedir
zaten.
Hikayetaşrada geçince dil de taşraya göre şekil alıyor mu?
Bu soruya cevaben “evet” desem
bir dert, “hayır” desem ayrı bir dert. Merkezde üretilen eserle taşrada
üretilen eser arasında farklar hem var hem yok. Tekil yazar örnekleri üzerinden
konuşmak gerekir ama şimdi oralara girmeyeyim. En iyisi bildiğim yere çekeyim
mevzuyu. Yayın ve edebiyat dünyamızın “merkez”i hiç tartışmasız İstanbul. Ve
İstanbul uzun zamandır, özellikle “edebiyat ortamı” açısından öylesine kirlendi
ve seviyesizleşti ki iyi bir yazar dahi aşırı dozda İstanbul edebiyat
ortamlarında kalınca hızla bozuluveriyor. Dolayısıyla, taşrada yaşayan
yazarların —hepsi için geçerli değil elbette— böyle bir avantajı var. Yıllar sonra
dönüp, edebiyatımızda değişimi sağlamış, yeni ve hakiki metinlerin nereden
çıktığına baktığımızda, İstanbul’u göremeyeceğiz, sanırım. Birileri yarın bir
şeyler söylüyor olacaksa, o sesler taşradan çıkacak, diye tahmin ediyorum. Böylece
taşrada yaşayan tüm yazarlara kutsal gözüyle baktığım falan zannedilmesin.
İkameti taşrada olanları değil, ruhundaki taşrada ikamet edenleri kastediyorum.
Yoksa sadece ikameti taşrada olup, benim diyen merkezdekine pabucunu ters
giydirecek çok yazarımız var.
Sinemada taşra sık konu edilir oldu. Bu süreçte edebiyattan ne kadar
beslendi sinema?
Sinema-edebiyat ilişkisi daima
sorunlu olmuştur. Konunun teorik tarafından çok, belki de yönetmenlerin
çekinmesine neden olan şey, filme çekilecek romanın okurlarının yüklü kısmının
“Olmamış, romanı mahvetmiş,” yorumlarından kaçınıyor olması olabilir. Taşradan
çıkagelen edebi üretimlerin uyarlamaları açısından çok zengin olduğumuz
söylenemez. İyi örneklerden biri olarak belki Ümit Ünal’ın “Gölgesizler”
filmini sayabiliriz. Ama “taşra ruhu” denilen şeyden —o her ne ise— beslenen
filmlerin sayısında artış olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Nuri Bilge
Ceylan’ın, Cemal Şan’ın filmlerini yahut Engin Günaydın’ın “Vavien” filmini vs.
unutmamak gerekiyor. Sinema konusunda cahil olduğum için fazla bir şey söylemek
de istemiyorum doğrusu. Ama şu kadarını biliyorum kio “taşra ruhu” denilen
şeyi, İstanbul dışında yaşayan bazı yazarların eserlerinin taşıdığını unutmamak
gerekiyor. O eserlerin ortaya koyduğu, hissettirdiği, yaşattığı, duyumsattığı
ve merkezdekilerin çoktaaaaan unuttuğu insanlar, haller, duygular, incelikler...
İnsan ruhunun taşrasını belki de en iyi taşradaki yazarlar anlatıyor. Kafka’nın
da ilk yıllarında “Bırakın o taşralıyı,” diye tepki aldığını nasıl unuturuz?
Dünya edebiyatında merkez-taşra ayrımının bizimki kadar keskin olduğu
örnekler var mı?
Mevzuyu “dünya” ölçeğine
çektiğimizde elbette işler daha fazla karışıyor. Başı-sonu belli bir harita
içerisinde edebi üretimde bulunan insanlardan konuşmak başka bir şey; başı-sonu
olmayan, durmadan dönen, döndükçe değişen-değiştiren, ele avuca pek gelmez bir
alandan bahsetmek başka bir şey. Zira diyelim Mardin Ankara’nın taşrasıdır.
Ankara da İstanbul’un. Ama İstanbul da Londra’nın taşrası. Hatta bazan Londra
da New York’un taşrası. New York’un Hong Kong’un taşrası olduğu durumlar dahi
var. Bu nedenle, mevzuyu dünya çapında tartışırken, tekil örnekler üzerinden
giderek bir şeyler söylemenin daha doğru sonuçlar vereceğini düşünüyorum.
Diyelim bir romanın taşrada geçiyor olması üzerinden başka şeyler; bir romanın
taşrada yazılmış olması üzerinden başka şeyler söylenebilir. Belki Salman
Rushdie gibi taşradan merkeze yolculuk yapan yazarlara bakmak, farklı şeyleri
görmemizi sağlayabilir. Ama oraya girersem konuyu fazla dağıtmış olurum.
Taşra taşra diyoruz da, taşra, taşra olarak kalmaya devam ediyor mu?
Artık kitleler önünde konuşmama kararı
aldığı için Sempozyum’da konuşma yapmayacak ama okurlarıyla atölye yapacak olan
Hasan Ali Toptaş, yakınlarda verdiği bir röportajında “Zaman zaman şunu düşünürüm; gün gelecek, insanlar birazcık nefes alabilmek, sükûnet denen şeyi hatırlayabilmek ve azıcık da olsa yavaşlığı tadabilmek için akın akın taşraya doğru koşacaklar ama onu yerinde bulamayacaklar,” demişti. Çünkü zaten taşradan gelenler de “merkez”i yerinde bulamıyor. Merkez de merkez dediğimiz, üçerden altı yanı denize çıkan İstanbul’da, yüz bin (100.000) civarında insan henüz denizi görmemiş durumda. Yine konuşmamızın başına dönmüş gibi olduk ama... Behçet Aysan’ın dizesini biraz bozarak “Yok başka bir cehennem, yaşıyoruz işte,” diyesim geliyor bazan. (Sempozyum’un sloganını oluşturan “Taşradan geliyorum, taşradan...” dizesinin de Aysan’a ait olduğunu söylemiş olayım.) Neoliberallerin yaratmaya çalıştığı anlamda söylemiyorum ama her açıdan, her anlamda başka bir dünya kurulmakta şu anda. Bu denli değişimi en son XIX. yüzyılda yaşamıştık. Bugüne tam da bu değişimi görerek müdahale etmeliyiz sanırım. Bu Sempozyum da Türkiye’deki yayın ve edebiyat dünyasına ufarak bir müdahale çabası aslında.
Taşra kelimesi hangi özlemleri taşır içinde?
Merkez’i bilinç’in, taşra’yı da
bilinçdışı’nın metaforu olarak gördüğümüzde, neden taşrayı sorarken
özlemlerimize lafın gelip çattığını daha rahat görebiliriz, sanırım. Merkez’in
sıkıcı, taşra’nın ise sıkıntı ile ilişkilenmesi gibi. Daima aklıbaşında
davranan insanlar nasıl da sıkıcıdır. Ya da bilinçdışımıza yaklaşmaya çalıştığımızda,
o bataklığın kokusunu dahi duymaktan nasıl da sıkıntı duyarız. İçinde
yaşadığımız sistem, herkesin kendi merkezini kurması ve dünyanın o merkez
etrafında döndüğüne inanması için durmadan çalışıyor. Bilinç düzeyindeyken
daima “merkez”deyiz aslında. Ama dikkat edersek, onun içindeki taşra
parçalarını görebiliriz. Ama taşraya asla hakim olamayacağız; çünkü oraya asla
gidemeyeceğiz.
* Yurt Gazetesi Kültür Eki'nde yayınlanmıştır
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder