14 Haziran 2017 Çarşamba

Hikayenin aslı için yeni bir dil gerek






Kötülüğü inşa eden yasanın hikayelerle aktarıldığına dikkat çeken Deniz Gezgin, ezberleri kırmak için edebiyatta ve yaşamın her alanında yeni bir dil ve anlatının gerektiğini söylüyor

Söyleşi: Erdem Şimşek

Sel Yayıncılık'tan çıkan "Hayvan Mitosları", "Su Mitosları", "Bitki Mitosları" kitaplarının yanı sıra Ahraz isimli bir de romanı bulunan Deniz Gezgin'le edebiyat ve mitolojinin sınırlarında dolanan bir söyleşi yaptık. Bugün konuştuğumuz dilin iletişimi kurarken, aynı zamanda kopardığını da belirten Gezgin, "Kuşların dilini nasıl ve nerede unuttuk, kafes yapan ellerimize baksak göreceğiz belki de" diyerekl bizi kurarken koparan varlığımızla yüzleşmeye çağırıyor.

Mitler üzerinden edebiyat yaparken, bir hikayeyi farklı bir kostümle yeniden anlatmakla sınırlı kalmamak için nelere dikkat etmek gerekir?

“Mitler üzerinden edebiyat yapmak”, öncelikle bunun mümkünlüğünden kuşkuluyum, bana kalırsa mitleri başka bir dille anlatmakla yaratıcılılık başka başka şeyler. Mitosları iyi bir kalemden okumak elbette  güzeldir ancak mitos anlatmak üzere yola çıkan bir metin öyle ya da böyle tekrardan öteye gitmez. Buna karşın mitoslar hayatın dışında değillerdir, toplumsal yaşamın içinde hemen her yerdedirler, kapıdan kovsak bacadan girerler.. Asıl soru belki de şu olmalı: Yazar neyi yazar? Bir hikaye soluk alarak ve iz sürerek yazarını mı bulur yoksa yazar mı onu?  Bu çok tartışılmış, düşünülmüş ve hâlâ kafa yorulan bir büyük sorudur aslında. Yazarın yazdığı kendi düşüncesiyle açığa çıkardığı mıdır yoksa “canlı” olan hikâye kendisini açığa çıkaracak yazarı mı bulur? Sanıyorum mitler yani toplumun bilinçdışı hikâyeleri de bu soruyla ilişkileniyor ve bir çırpıda cevap vermek mümkün görünmüyor…

YASA KÖTÜLÜĞÜ İNŞA EDER

İyiliği, kötülüğü bir tanım olarak anlatmakla, bir hikaye içerisinde anlatmak arasındaki fark nedir?  Mitoloji kötülüğün mü altını daha çok doldurur, iyiliğin mi?

İyilik ve kötülük keskin ayrımları olan, kenarlı köşeli kavramlar olmayınca bir tanıma sığdırmak da zor. Hikâyelerde karşılaştığımız iyi ve kötü hayatın içinden, adeta kanlı canlı kavranabiliyor ve  soyutluğunu koruyarak mana buluyor. Ayrıca okurun hikayelerle teması çok daha kolay ve kalıcı. Mitolojinin bu her iki kavrama da yaklaşımı toplumunkinden farklı değil. Mitoslar toplumsal hikayeler olduğundan iyi ve kötüye dair aktardıkları da toplumsal inancın, değerlerin tekrarını oluşturuyor. “Yasa”nın aktarımı da bu sayede gerçekleşiyor yani iyi ve kötü olduğu gibi değil, oldurulduğu haliyle hikayelerde yaşamayı sürdüyor. “Yasa” ‘güvenlik’ oluşturmak için vardır, ‘kötülüğe’ engel olmak için onun altını kalın çizgilerle çizer. Daha doğru söylersek kötülüğü inşa eder. Cehennem hikayeleri daima cennet hikayelerinden daha çok olmuştur. İşte tam da bu yüzden edebiyatta ve hayatın her alanında yeni bir dil ve anlatının varlığı çok mühim. Bu tekrarı bozmak mitleri yeniden yeniden anlatarak değil, içini dışına çevirerek mümkün olabilir. Edebiyat bunun için kıymetli, hikâyenin aslının öyle olmadığını, ezberin dışında başka bir hayatın varlığını gösterebileceği için.

DOĞANIN DİLİNİ UNUTAN İNSAN

Doğa, bizimle bizim dilimizde bir iletişim kurmadığı için mi insan onu kendi dili sınırlarında tanımlamaya çalışır? Görünümlerin dilinde başka anlamlara bürünebilir mi hikayeler?

İnsan da doğanın bir parçası ve başlangıçta dilimiz birdi. Demek ki bizimle bizim dilimizle iletişim kurmayan doğa değil, doğanın dilini unutup yapay bir dille araya duvar çeken insan. Görünümlerin dili dediğiniz bana göre sonsuz başka anlama bürünebilir ve belki de insan daha da insan olmaya kalkıştığından bu yana anlamdan uzaklaşır oldu. Mitlerin dili resim dilidir, ilk mağara resimleri insanın ürettiği ilk mitoslardır; doğanın içinde onu tanımlama, anlamlandırma çabasıdır, bir o kadar da hikâye kurma ve aktarma. Dilimizin döndüğünce düşünmek… bugün konuştuğumuz dil iletişim kurarken iletişimi koparıyor da, toprakla, suyla, bu dilin dışında konuşan diğer her şeyle, doğanın bütünüyle… Kuşların dilini nasıl ve nerede unuttuk, kafes yapan ellerimize baksak göreceğiz belki de.
Burada görünümlerin dilinden kastım öncelikle mağara resimleri gibi başka anlatım araçları. O da semboller üzerinden bir anlatım olsa da farklı bir şeydir. Bir de doğanın kendi görünümleri; suyun, taşın, ağacın görünümleri, söyledikleri var. Tanıma, kavrama kattıkça kaybettiğimiz alanlar. Biraz havada bir soru ama size çağrıştırdıklarıyla cevaplayabilirsiniz.

FECİ BİR HAFIZA KAYBI

İnsanın hayvandan üstünlüğü söylemi, insanın yıkımını anlatan en trajik mitin başlangıç noktası olabilir mi?

Bunun adına uygarlık dersek evet; bu öyle bir inşa ki büyük bir yıkımla sonuçlanıyor. Avcı toplayıcı yaşam biçiminden yerleşik yaşama geçiş, evlerin inşası, köylerin kurulması ve duvarların örülmesi… insanın cennetten kovulması yani, geri dönüşsüz bir milat. Sınır çekerek, doğayı dışarıda bırakarak insan kendini de cennetten mahrum etmiş oldu. Sonrasında her şey geri dönmek için, bu feci bir hafıza kaybı. Kendini biricik, diğer tüm canlıları da hizmetinde gören bir mahluk geri dönüş yolunu çoktan kaybetmiş.
   
MİTOSLAR TOPLUMUN RÜYALARIDIR

Toplumların özgürlüğe sunduğu alan ile ürettikleri mitler arasında bir bağlantı var mıdır? Mitin içinde oluştuğu toplumla ilişkisi nedir?

Mitoslar, toplumun rüyalarıdır; toplumsal bilinçdışının hikâyeleşmiş hali ve kutsal yasanın aktarıcısıdırlar. Geleneğin ve birlikte yaşam kurallarının şekillenmesinde, korunmasında önemli rolleri vardır. Mit dediğimiz şey dinsel hikayelerden meydana gelir. Hal böyleyken toplumun özgürlük alanıyla mitlerinki arasında bir fark olması mümkün mü? Mitoslar tam da bunun için var zaten. Mitlerin izinden giderek özgürlük değil güvenlik sağlanabilir ancak mitlerin deşifre edilmesi, anlamlandırılmasıyla bu tekrarın nasıl aşılacağının yolu bulunabilir. Bir miti olduğu gibi anlatmak, kabullenmek bir şeyi değiştirmez oysa mitin diline bakıp üzerine düşünmek örneğin neye kara diyoruz ve karaya ne atfediyoruz, bunun kaynağı neye dayanıyor, yılandan niye korkuyoruz, ya baykuşun uğursuzluğu… bugün cinsiyet rolleri, namus, yasak ve günah gibi kavramların hepsinin kökeni mitsel hikayelerde saklı. Bunları değiştirmek ve toplumu daha iyi anlamak istiyorsak mitlerden başlamaktan öte bir yol görünmüyor.  

Örneğin mit, gerçekte olan bir olayı sembolik anlatımda değiştirerek bazen de bir şeyi gizler mi? Ya da tam tersi baskının olduğu yerde mit, anlatımı ile çaktırmadan baskıyı kıran da bir araç olabilir mi?

HİKAYEDEN SAYIP ES GEÇMEMELİ

Mitolojiye dair öğreneceklerini öğrendi mi insanlık? Oraya yeterince baktı mı? Yoksa orada daha öğreneceğimiz ve daha açığa çıkacak çok şey saklı mı hala?

Mitoloji hep sevildi ve çoğaltıldı ancak bu yeterince anlaşıldığı anlamına gelmiyor. Mitleri tekrar etmek, onları fantastik ve eğlenceli hikayeler olarak kavrayıp es geçmek hata olacaktır. Başlangıçtan bugüne kültürü şekillendiren her şey mitoslarda yer alır ve asla göründükleri kadar basit değillerdir. Mağara resimlerinden kutsal metinlere, deyimlerden, ninnilere hatta halımızdaki resimlere kadar hayatın her yerine nüfuz etmiş bir şeyden söz ediyoruz. 

YAZAR NEYİ DUYUYORSA...

Bir metni ne organik yapar? Damarlarında, satır aralarında dört element bulunmayan, olay örgüsünde takılmış yapıtlar aklı ve kavramsalı beslerken, sezgiyi, hissi beslemesi için o yapıta ne gerekir?

Bu konuda ahkam kesemem, “şu gerekir”, “yanıtı budur” da diyemem. Bir yazar ve okur olarak sanıyorum ki bir metin nasıl yazılıyorsa okura da öyle geçiyor. Yazar neyi nasıl duyuyorsa metinde de o kadarı oluyor ve hep düşündüğüm bir şey var ki insanı derinden sarsan metinleri yazan bunu nasıl yaptığını bilmeyendir.

* Söyleşi 22 Temmuz 2012 tarihinde Yurt Gazetesi'nde yayınlanmıştır. Gazetede kısaltılarak yayınlanan söyleşi, burada tam haliyle sunulmuştur.

28 Ağustos 2016 Pazar

Derin, güzel, karanlık, soğuk




Türk medyasının yok saymayı tercih ettiği Aslı Erdoğan, yazılarıyla, kitaplarıyla, politik duruşuyla, bize kendi gerçeğimizi hatırlatıyor. Erdoğan; faşizme karşı omuz omuza olmanın güzelliğini belirtirken kendi içimizdeki faşistle ne yaptığımızı da soruyor 

Söyleşi: Erdem Şimşek

Okurken, okurla, sizinle mücadele ettiğini düşündüğünüz bir yazar Aslı Erdoğan. Bir türlü bağ kuramazsınız karakterleriyle. En derinden, en güzel sözleri fısıldarlar, sonra sizi yarı yolda bırakırlar. En karanlık, en soğuk cümleler dökülür birden. Biraz Jean Genet gibidir bu anlamda. Ama aslında onun karakterleri, bizden daha gerçek oldukları için, kendimizi yapılandırırken yapay kavramlarla kendimizi bağladığımız için yaşarız bu hissi. Çünkü asıl mücadelemiz kendimizledir. Varlığıyla yadsınamaz, varlığını kendi gerçekliğinden koparttığı kelimelerle yazan bir yazarın varlığı kendini çoktan tanımlamış insanlar için fazlasıyla rahatsız edicidir. Onu yok saymak isteriz ve bunun için elimizde bir güç varsa bunu kullanırız. Norveç'te  3. “Ord i Grenseland” (Sınırda Kelimeler) Edebiyat Festivali’nde  “Özgürlük Ödülü’ alan Aslı Erdoğan'ın bu ödülü alması, onun bir yazar olarak başarısı olduğu kadar, bu ülkenin de  derinlerinde ne kadar tehlikeli potansiyeller içerdiğini gösteriyor.

YAZMAK VE MEYDAN OKUMAK

Yazmanın içimizdeki ötekinin hem bize hem dünyaya meydan okumasıyla başladığını düşünüyorum. Siz nasıl görüyorsunuz yazmak ve meydan okumak arasındaki ilişkiye? Meydan okuma olmadan yazmanın bir önemi kalır mı?

Çok güzel bir tanım. Yazmak, meydan okumaktır. Elbette yazmanın tek anlamı bu değil ama çıkış noktalarından biri olarak en doğru tanım. Kendi yazılarım bağlamında söylersem; mesela Kırımızı Pelerinli Kent'teki Özgür'ün, yazma eylemi bütün dünyaya, hayata, ölüme, şiddete karşı bir meydan okumasıdır. “Ö” harfini seçmem de onun içindeki öteki anlamındaydı. Ö de Özgür'e, gerçeğe meydan okumakta. Sonuçta, hayata meydan okuyuş, ölüme doğru bir yolculuğa dönüşmekte. Yazı, bu dünyaya, yazara da meydan okumak. Yazma eylemi buradan doğuyor.

EDEBİYAT SADECE GÖSTERİYE DÖNÜŞMEMELİ

Bir yazar, her zaman başka türlü bir edebiyatın mümkün olduğuna inanarak mı yaşamalıdır?

Arayış olmasa yazmak sıkıcı ve rutin bir işe dönüşürdü. Her zaman bilinmeyenleri olduğu için nereye gideceğini, bir sesin kendini nasıl açığa çıkaracağını bilemediğimiz için de yazmayı sürdürüyoruz. Burada da daha önce var olan formlara bir meydan okuma var. Elbette bir de işin realitesi var. Biz de belli bir çağın, belli bir dönemin insanlarıyız. Belli dillerin sınırları içinde varız. O sınırları zorluyoruz, sınırları fark ettikçe de aşıyoruz. O sınırları fark etmek bile bir adım, bir meydan okuma. Bende de bir tür formsuzluk olduğu için ben kendimi ne romancı ne hikayeci ne de şair olarak tanımlıyorum. Türler arasında gidip geliyorum. Hatta sırf bunu konu alan bir yazı bile yazdım. Ben daha esinsel bir yazarım. Belli sesler doğuyor ve o sesi en iyi duyabileceğim yapıyı arıyorum. Bütünüyle o sesi duyabileceğiniz yapıyı kurmak zorundasınız. İşin zevkli kısımlarından biri de bu. Ama bence ses daha önce gelir. Ben ustaca bir yapı kurayım, iç içe beş yapı geçireyim, bu mümkün ama bunun için yola çıkmıyorum. Ben bir fizikçiyim. Çok karmaşık yapılarla uğraşabilirim. Ama öyle olsa fizikte kalırdım. Edebiyat, sadece bir gösteriye dönüşmemeli. Yazarın zekası ya da kurgu ustalığı biraz da görünmez olmalı. Bazı kitaplarda ustaca bir kurgu yapmamak bile bir ustalık işareti olabiliyor. Yalın olmak gerekiyor. O da sezgiye dayanıyor ve işte yazının sanat kısmı da orada devreye giriyor.

İNSANIN TEMEL MESELELERİ DEĞİŞMEDİ

Andre Malraux'un “İnsanlık Durumu”nu 20. yüzyılı en iyi anlatan kitap olarak gördüğünüzü yazmıştınız. İnsanlık Durumu'nun içerdiği özyıkım ile Kırmızı Pelerinli Kent'teki özyıkım arasında bir bağlantı var mı?

Öncelikle çok da yalın bir roman değildir İnsanlık Durumu. Onda da çok ustaca kurgular var. İç içe kaç kişinin hikayesi ustaca anlatılır. Ama evet deneysel bir şey yok. Klasik bir anlatım biçimi. İnsanlık Durumu, başlığını çok hak eden bir kitap. İnsana dair olan neredeyse her şey var o kitapta.
İlla ki bir yazarın her kitabında deneysel olması gerekmiyor. Becerebiliyorsan eyvallah. Edebiyattaki ana akım hikaye anlatımına döndü. Deneysel hiçbir şey yok. İnsanlık durumları üzerine de bir şey yok. Çok güzel hikaye anlatıcılarıyla dolu dünya edebiyatı. Çağ romanları, özellikle farklı, iç içe geçmiş kültürler. Bunu ustaca yapan, o kadar çok yazar var ki. Çok da iyi kitaplar. İnsanlık Durumu'na dönersek, ben o romanı okuyalı 25-30 yıl oldu. Hala sahne sahne hatırlıyorum. Bu da önemli. Her yazarda olmayan bir şey. Tolstoy'da var o güç. Tolstoy'u sev veya sevme ama Tolstoy'un da bazı sahneleri unutulmazdır. Bir kere oku, unutamazsın. Anne Karenina'nın intihara yürüdüğü sahne, Diriliş'te mahkumların yürüdükleri sahne. Hatta orakla ekin biçme sahnesi gibi son derece yalın bir eylemi bile ölümsüz kılıyor. Mükemmel tablolar bunlar. Bence İnsanlık Durumu da böyle. Ölüm, öldürme, ihanet, hepsi var. Bir şekilde insanın temel meselesinin bin yıllar içinde çok değişmediğini düşünüyorum. Belki de benim meselelerimle çok örtüştüğü için Andre Malraux. Ölüme doğru bir yolculuktur o roman da. Daha da öteye giden Andreyev'in “Yedi Asılmışların Hikayesi” var. Onu en iyi hikayeler içine almam. Edebiyatın doruklarından çok çukurlarından biridir. Rus Edebiyatı'nda benzeri yoktur o hikayenin. Yazdıktan sonra da intihar etmiştir. Yedi idam mahkumunun son gecesini anlatır. Edebiyatın gidebildiği en uç noktalardan biridir. 7 kez seni alır, idama götürür, yedincisinde bitirir. Yazara yalvarıyordum, dur artık gitme diye. Artık burada duracak dedim, durmadı. İkişer ikişer asılmaya götürürler. Son bir kadın kalır, tek asılmaya gönüllü. O kadın idama yürürken bitirir. Nasıl yazmış bu adam bu hikayeyi! Yıllarca idam mahkumlarıyla röportajlar yapmış. Yazdıktan sonra da intihar etmiş. 

SU DAMLASI VE İZ

Ölüme giderken yazıyorsak varız diyebilmek için mi?

Kırımız Pelerinli Kent bağlamında anlatayım. Niye hep bu kitaba gidiyorum, çünkü benim yazınsal çabamın özeti gibi. Evet orada yazı tam o anlamda oluyor. Özgür’ün arkasına dönüp baktığı ve ölümlü olduğunu gördüğü  an. Orpheus yani Özgür, döndü baktı ve sıfır noktasını yazdı. Yazmak hem geriye bakmanın hem de görmenin bir yöntemi. Ne gördü; ölümünü gördü. Sokakta ölmüş kadında kendi cesedini gördü. Orada da der açık açık, insanın önüne çıkan bütün cesetler onun en zayıf yerinden vurur; kendi içindeki cesetten. Yazının doğduğu an; tam da o an. Kendisinin ölümlü olduğunu gördüğü ama kendi içinde sonsuzluğu da yakaladığı an.  Bu ikisi birbiriyle çelişkili gibi duruyor ama tam yan yana durabilen şeyler. Sonsuzluğa duyulan bir tür tutku; aşk! İlla ki kalıcı  olma çabası değil. Su damlası da kalıcı değildir. Özgür’ün kendi hikayesine kavuştuğu an, aynı zamanda öldüğü ve sokaklara karıştığı andır. Bir su damlası gibi. O aşık olduğu, hayatın kendisi olan şehirle birleşti. Bütün içinde eridi dağıldı. Bir hiç oldu. Bunu kabul edebildiği an Özgür oldu. Her anlamda. Ama bir iz kalıyor bir yerde. Damladan da, Özgür’den de. Bu bakımda Kırkızı Pelerinli Kent, çok acımasız da bir kitaptır. Özgür’den geriye kalan ne? Kimsenin okumadığı bir kitap. Sokaklarda büyük olasılıkla polisin bulup çöpe atacağı ya da ailesine gidecek bir defter kaldı kızdan geriye. Ama o defter her şeydi. Bütün meydan okuması, bütün yanıtı, bütün soruları o defterdi.  Çok mu önemliydi bu kitap yayınlansa ve Özgür, dünya çapında bir yazar olsa. O kurşunu yedikten önce ya da sonra fark etmeyecekti. Kala kala o damla kaldı. Ama o damlayı Özgür, kendi keşfetti, kendi buldu. Çok romantik temalar ama hayata bizim koyduğumuzdan daha fazla bir anlamı yok hayatın.

NE EDEBİYATÇILIĞIM NE FİZİKÇİLİĞİM

Medyada çok fazla yer bulamamanıza gelelim. Medya kimi görmez? Kimi görmek istemez?

Türkiye’de medya eleştirisi bir bakıma çok kolay. Çünkü kör gözün parmağına dercesine eleştirilecek yanları var. Bir bakıma da daha grifit bir iş. Çünkü çok iyi çabalar oluyor. Çok iyi gazeteciler giriyor bu işin içine. Ama niye bir şey yok? Niye giderek kötülüyor medya? Eskiden eleştirdiğimiz medya kurumları bile, şimdikilerin yanında eleştirel kaldı. Medyanın beni görmemesi beni birkaç yıl önce çok rahatsız edecek bir şeyken artık etmiyor. Hakikaten görülmek de istemediğim bir medya var şimdi. Tabii ki normalde isterim. Okurun karşısında her zaman boynum kıldan ince. Madem ki yazarım, böyle çıktım yola, kitaplarımı yayınlıyorum, okurlara ulaşmak için her mecrada bulunurum ama benim de çözemediğim, hissedilir bir ambargo var üzerimde. Özer Çiller’in higgs parçacığı üzerine yazdığı kitap sürmanşete çekiliyor. Ben higgs üzerine Türkiye’de ilk yazmış kişiyim. Ntv’de 2 yıl içinde higgs bulunacak dedim ve 2 yıl içinde bulundu. Hani bari buradan çağırsınlar. Nereden bildin! Özer Çiller, higgs üzerine laf ediyor, sayfalar ayrılıyor, ben de bu konunun tezini yazmışım. Ne edebiyatçılığım, ne fizikçiliğim! Politikayı hiç konuşturmuyorlar. Bu son aldığım ödül, önemli bir ödül. Kadınların oy hakkının yüzüncü yılı için verilmiş olması bile çok önemli. Uluslararası bir ödül, Türkiyeli bir yazara veriliyor. Normalde basındaki milliyetçi damar, böyle şeylere bayılır. Benle de biraz böbürlenin o zaman. İşte Kafka ile kıyaslanmışım. Mark serisindeki tek türküm. Soft Skull adlı Amerika’nın en iyi bağımsız yayınevinin o yıl bastığı iki kitaptan biri benim. Hiç! Bunlar, haber bile olmuyor iki satır.

İÇİM HALA ACIYOR

Yabancı basının bu noktada bir düşüncesi var mı Türk basınına dair?

Var tabii. Bu son verilen ödül tam da bununla ilgili. Koşullarından biri oydu. Kendi ülkesinde dışlanıp, dünyada tanınan!  Newal El Saddami ve Slaven Kuturovic diğer adaylardı. Benden de kötü durumda olanlar varmış. Slaven Kuturovic, Doğu Avrupa’nın Simon de Beauvoir’ı diye adlandırılan bir kadın. Sırf savaşa karşı çıktı diye Hırvatça kitap yayınlayamıyormuş uzun süredir. Ben en azından Türkiye’de kitaplarımı yayınlayabiliyorum. Özellikle de bir kadın yazar olduğunuzda, bu boyutlara varabiliyor dışlama. Bu konuda da beni İskandinavlar eğitti. “Yok Aslı, böyle değil. Bir kadın yazarla erkek yazar olmak aynı değil. Sen bir kadın yazarsın, başına gelenler kadın olduğun için de geliyor. Sırf muhalif olduğun için değil.” Bir erkek, muhalif olup bunları rahatça kahramanlık hanesine ekleyebilirdi. Benim de yutmamın zor olduğu cümlelerdi. Bakmayın, ben de kadın yazar tanımlamasına çok bayılarak atlamış değilim. Kim atlar ki! Hepimiz Aslı Erdoğan, Orhan Pamuk, ismimiz ne ise o olmak isteriz. İlk Almanya’da çıktı bu soru. Bir eleştirmen, bir yazıda kendi ülkesinde ahlaksız ilan edilen yazar dedi. Şok geçirdim. Neredeyse ağladım seyircileri önünde. 2003’te hakkımda çıkan kitabın ve o kampanyanın bilindiğini, dünyada duyulduğunu bilmiyordum. Şimdi tabii internet dönemindeyiz. En son Norveç’te bir masada söylediler. Bütün çabama rağmen kontrolüm dışında gelişen olaylar. Hakikaten ben ortaya çıkmadım, bana neler neler yapıyorlar Türkiye’de diye. Hiç oynamak istediğim bir rol değil. Çünkü gerçekten içim hala acıyor. Avrupa’da çıkan yazıları oryantalist bakış açısıyla yüceltmiyorum. Ama bunların olabildiğince objektif olduğuna eminim çünkü hiçbirini tanımıyorum. Beni yazmaktan hiçbir çıkarları yok. Onlar beni tanımadılar, hiç görmediler. Kitabımı okuyorlar ve benimle ilgili de değil, kitaplarımla ilgili cümleler kuruyorlar. Bu da bana iyi geliyor. Çünkü bir yazar olarak eninde sonunda kitabınla ilgili cümleler duymaya da muhtaçsın. Yoksa ciddi bir megalomaniye saplanırsın. Türkiye’de de önemserim. Türkiye’de niye bu kadar bilendim. Kişisel tanışların her şeyin önüne geçtiğini defalarca gördüğüm için. Herkes için demiyorum bunu ama pek çoğu için kişisel tanışıklıklar ve derinlerden işleyen erkek egemen bakış açısı her şeyin önüne geçiyor.

İKİ AĞIR YÜK: MİLLİYETÇİLİK VE CİNSİYETÇİLİK

Bu dışlanma sizi biraz da dünya vatandaşlığına itti diyebilir miyiz? Tüm yaşadıklarınızdan sonra şimdi nasıl bakıyorsunuz Türk soluna?

Cinsiyetçilik ya da milliyetçilik Türk icadı değil. Dünyanın her yerinde var. Özellikle Avusturya’da yaşadığım o çok tatsız deneyim, zaten bir Avupa icadı olan ırkçılığı bugünün Avrupası’nın orta yerinde en ağır haliyle yaşayabileceğimi gösterdi. Ama Türkiye’de entelektüeli ya da sol çevreleri şu bakımdan eleştirebilirim. Bu iki ağır yük; milliyetçilik ve cinsiyetçilik ile yüzleşme konusunda çok fazla adım atamamışlar. Bunu atmadan da ne eşitlik ne özgürlük mücadelesi olur. Sol adına konuşacaksak, eşitlik ve özgürlük için konuşuyor olmamız lazım. O zaman hem milliyetçi hem cinsiyetçi olup, bir de hem eşitlik hem özgürlük diyemeyiz. O ‘bana eşitlik, bana özgürlük’ demek. Faşizme karşı omuz omuza çok güzel, çok anlamlı bir slogan ama sen kendi içindeki faşisti ne yapıyorsun? Önce ona bakalım. Onunla yüzleştin mi? Sırf erkekler için demiyorum. Kadınlarda da var o faşist ama erkek egemen yapının yerleştirdiği bir faşist. Kürt meselesi denince gözleri dönen pek çok solcu var. E sen nerde solcusun, nerede evrenselsin? Bir örnek verirsem; “TOMA’mızı yaktılar” diye bir manşet gördüm. Bahsedilen TOMA Diyarbakır’da yanlış hatırlamıyorsam. Buradaki TOMA devletin, ki o bizi dövüyor; o TOMA bizim mi? Devletle özdeşleşen dil. Bizim TOMA’mız, bizim polisimiz, bizim askerimizi şehit ettiler! Bu sözler bir solcudan geldi mi ne oluyoruz diyor insan içinden. Niye devletle bu kadar özdeşleşen bir solumuz var? Hatta niye bu kadar iktidarı seviyoruz. Hakim Kürt’e karşı  ayrımcılık yaparken, eleştirmen de kadına karşı yapıyor. Aynı yapı, aynı iktidar sevgisi, yükselme ve her şeyi kontrol etme isteği. Onun için belki AKP ile çok iyi anlaştılar. İktidarı, devletin şiddetini sorgulamak değil, “o mekanizmaların başında ben olayım da, bakalım belki şiddet uygularım, belki uygulamam!” tavrı vardı. Eleştirmenlerin, köşe yazarların tavrı da o. Muhaliflikten çok iktidarı seven bir entelejensiya var. Muhalif olmak da bunun bir parçası, bir süs. Ben muhalifim diyor ama bayıldığı şey aslında iktidar. Vay ben ne bedeller ödedim, neler çektim diyebilmek için muhalif olan pek çok insan var. Ama eğer muhalifsen, kendi içindeki iktidarla da yüzleşmen, onu da bir şekilde sorgulaman gerek. Kendi içindeki bu ezme ve aşağılama isteği nereden geliyor, onu bir sorgulaman, yola oradan çıkman gerek.

ORANTISIZ LAFI HAFİF KALIYOR

Gezi olaylarını nasıl yorumluyorsunuz?

Tam başlangıcında Türkiye’ye döndüm. Ve tesadüfen Tarlabaşı’ndaki çatışmada kaldım 6 saat. Onun için ilk günden her şeyi gördüm. Hatta insanları uzun süre gördüğüm şeylere inandıramadım. Gerçek mermiden asite, devlet şiddetinin varacağı boyutları 31 Mayıs’ta Tarlabaşı’nda gördüm. Ondan sonraki çatışmalara isteyerek gittim. Hem bir yazar olarak gözlemleme adına, hem de böyle bir direniş hayatımın en büyük şansıydı. Polis şiddeti hayatımın değişmeyen temasıdır ama direnen, ayaklanan bir halkı ilk görüşüm. Tabi bu romantik bakış. Direniş, dayanışma, yardımlaşma. İstanbul halkıyla gurur duydum. Türk bayrağı ile Kürt bayrağı taşıyan insanlar birlikte halay çektiler. Erkekler 20 gün, kadınları taciz etmediler. İnanılmaz bir dayanışma, romantizm vardı. Biz bunu nasıl başardık! Gezi bitti, ertesi gün yine insanlar kabalaştı, küfürler, kornalar, hırsızlıklar, bir günde her şey geri döndü. Tabi eleştirilecek, sorgulanacak yanı da var. Buradan ne doğacak, ne çıkacak! Nasıl bir yere evrilecek. Tabi ki geçici bir dönemdi ama bundan kalıcı olan ne oldu. Bence daha bitmedi de. Fakat, devlet çok yoğun. Orantısız lafı çok hafif kalıyor. Vicdansız mı demeli artık! Devlet çok ağır, çok yoğun bir şiddet uyguladı sivillere. Ben dahil. Ömrümün sonuna kadar taşıyacağım derin deri yanıklarım oldu. Sayıların da hep gerçekten az olduğuna inanırım. Ölü sayısını da buna katıyorum ama ispatlayamam. 6700 yaralı, 6 ölü. Binde bir mi! Türkiye çok büyük ve çok ciddi bir suç işledi. Bu bir savaş suçu mu artık, sivillere karşı işlenen bir suç mu, kimyasal bir suç mu adı nedir bilmiyorum ama sorumluların yargılanması gerektiğine inanıyorum. Bir dönem çok da negatif bakmamıştım AKP'ye. Türkiye'de bazı dönüşümleri sivilleştirme adına, demokratikleşme adına gerçekleştirebileceğine inandım. Ta ki 2006'da terörle mücadele yasasını görene kadar. Ondan beri hiçbir şeylerine inanmıyorum. Neyse ki çabuk uyandım. Bugün bir entelektüel hala AKP'nin Türkiye'yi demokratikleştirdiğini söylüyorsa yalan söylüyordur.

* Bağımsız Dergisi 37. sayısında (Ekim 2013) yayınlanmıştır.

13 Kasım 2013 Çarşamba

ŞİDDETİN ŞİİRİNİ ARIYORUM

ŞİDDETİN ŞİİRİNİ ARIYORUM
Türk Sineması’nın en deneyimli yönetmenlerinden Erden Kıral, sanatsal arayışlarına ve üretimine devam ediyor. Yeni filmi “Yük” için Zonguldak’ta maden ocaklarına inen Kıral, madenleri psikolojik labirentler olarak metaforlaştırıp üçlü bir ilişki üzerinden anlatıyor hikayesini. “En iyi filmim” diyor Kıral “Yük” için. Erden Kıral’la söze “Yük” filminden başlayarak sinemasını oluşturan öğeler üzerine konuştuk.


KULAĞIMIN ÜSTÜNE RAHAT YATIYORUM
Nedir sizin gibi deneyimli bir yönetmene "en iyi filmim" sözlerini kullandıran?
Kulağımın üstüne rahat yatıyorum. Mutluyum böyle bir film yaptığım için. İki resimde üçüncü bir anlam çıkarmak istedim. Minimalist bir film yapmak istiyordum. Ve bunun da altından kalktığımı sanıyorum. Öteki filmlerime pek benzemeyen bir kayıt biçimi var. Yük 80’lerde yaptığım büyük filmlerimin yanına koyabileceğim bir film. Atlayarak anlatma yöntemi kullandım. Bu aslında özellikle edebiyatçılarda, Hemingway’de, Faulkner’da var. Sinemadaysa Robert Bresson’da var. Asıl olayı silip, etrafından dolanarak ima yoluyla anlatmaktır bu. Ben de bu filmde cinayeti sildim. Cinayetin nedenleri ve kimin işlediği konusunda bütün bilgiler adım adım diyaloglarla ortaya çıkıyor. Hemingway’in bir öyküsü aklıma geliyor. Bir boksör eskisi, bir kasabada bir bar işletir. Kasabaya iki adam gelir onu öldürmek üzere. Fakat öykünün sonuna dek neden öldürmeyi düşündüklerini öğrenemeyiz. İma yoluyla bunu anlamaya çalışırız. Öyle sanıyorum ki boksör profesyonel hayatında çok büyük bir yanlış yapmış. Bu nedenle geliyorlar. Yani bu silmenin esası edebiyatta da var.
Yük'ü oluşturan çerçevenin içinde neler var?
Üç kişilik bir öykü bu. Başlangıçta kaçan ve kovalayan iki adam var. Sonra öykü birdenbire vites ve yön değiştiriyor. Gerçeklik payı da var. Tonya’dan Zonguldak’a gelen bir maden işçisi hasmı tarafından izleniyor ve bir yıl sonra orada bulunuyor ve cinayet işleniyor. Ancak bu gerçekliği, filmi Zonguldak’ta kurduktan sonra öğrendim. Burada kaçan adamın büyük bir suskunluğu var. Bunun nedeni ise, iyi okunursa film; iktidarsızlığı. Başta kadınla adamın fiziksel uzaklığını verdim. Birbirlerine uzaklar. Kaldı ki, kaçan adamın bilinçaltında büyük bir hıncı da var. Çünkü karısının eski sevgilisi. Ne olduğunu biliyor. Sonunda da korkuları birikip, büyük bir cesaret halini alıyor; ve adamla karşılaştığında da beni öldür diyor. Ben bu yükü artık taşıyamayacağım. Kanundan kaçmıyor çünkü küçük kardeşini polise veriyorlar. 16 yaşında ve kısa bir süre yatıp çıkacak. Aile karar alıp, bunu uzak bir yere, Zonguldak’a gönderiyorlar. Hasmı bunu bulduktan sonra, bir göçük sonunda herkes orada toplanıyor. Kadın da geliyor. Kadını görünce, yeniden elde etme dürtüleri harekete geçiyor. Tülin’e şunu söyledim. Burada ikili bir oyun var. Başlangıçta arızalı bir ilişkiniz var ama evlendikten sonra, şu noktadan sonra da tamamen kitlenmen gerekiyor gelen adama. Orada ele geçirme ve adamı reddetme psikozunu işledik.
ÖYKÜ SİNEMA SANATINA DAHA YATKIN
Öyküleri sinemaya daha uygun, daha yakın bulduğunuzu söylüyorsunuz. Bunun sebebi öykünün yapısal olarak daha minimal bir dile sahip olması mıdır?
Roman sayıyla, öykü nakavtla kazanır. Romanlarda çok fazla diyalog, olay dizisi vardır. Bunları ayıklamak gerekir. Hakkari’de Bir Mevsim, Fransa’da gösterildiğinde jüri başkanı, yazarı Ferit Edgü’ye, “yazarlar romanlarından yapılan filmleri pek beğenmezler ve yönetmenin ihanet ettiğini söylerler” dedi. Ve “yönetmen size ihanet etti mi” diye sordu. “Evet, etti ama çok güzel ihanet etti” dedi Ferit Edgü. Sırrı, özü budur meselenin. Romanı alıp ihanet etmek, yeniden kurmak gerekir. Çünkü farklı bir yapıdır o. Biz tiyatro metnini gördüğümüz zaman, senaryo hazır sanırız. Ama aslında tiyatro da farklı bir yapıdır. Yapmacıklık üzerine kuruludur. Bulut, kartondan bir buluttur. Sinema ise gerçeklik üzerine inşa edilir. Öyküyü bir film öyküsü gibi kabul edip, onun etrafında bir senaryo oluşturabilirsiniz. Öykü, sinema sanatına daha yatkın, daha akraba gibi geliyor bana.
Sinema, yapaylığı hissettirmediği ölçüde başarılı olan bir şey. O zaman düşsellik hikayenin gerçeğine içkin, o gerçekliğe ait bir düşsellik mi olmalıdır?
Metafor önemlidir bir yönetmen için. Ama metaforun, gerçeklikten gerçeküstüne geçmenin de maddi bir temeli var. Bir kadının göğüslerini bir canavarın ağzından çıkan alevlere benzetemezsiniz ama bir füzeye benzetebilirsiniz. Gerçekçilik, gerçekçi olmaya çalışmaktır bence. Gerçekçi olmaya çalışırsanız, gerçekçi bir iş yapabilirsiniz. Ama yaptığınız bir kurmaca tabii, haber filmi değil. Kurmacada başka bir boyuta geçme imkanı var. Bu biraz yaratıcılıkla, algı dünyanızla ilgili. Ayna filminde bu mesele var. Ölen adam geri gelir. Evin içine gömdükleri cesedin üzerinde bir beyaz öküz vardır. O kadın, sevgilisini, ölen adamı o öküzle özdeşleştirir. Bunu anlayan kocası da öküzü öldürür. Bunlar çok katmanlıdır. Derinlikli bir öykü ve bunu da sığlaşmadan yapabildik. Bütün zamanların en iyi Avrupa filmleri listesinde hala başta duruyor Ayna. Burada gösterildiğinde tanıdığımız bir eleştirmen “Güzel ama ne” diye bir başlık atmıştı. Tabii güzel de çok ideolojik bir şey. Doğruyla, iyi olanla bir bağlantısı var. Ama Atilla Dorsay’ınki haricinde pek derinlemesine bir eleştiri okuyamadık.
Düşsellik-gerçeklik meselesi çok fazla formül, ölçek vs. kaldırmaz. Onun için filmlerinizi karnınızdan doğru yapın. Çünkü akıl, bilinç yaratıcılığı öldürür. Post prodüksiyonda masaya oturduğunuz zaman, orada aklın, matematiğin ön plana geçtiğini görüyorsunuz. Masada, kurguda filmi tamamıyla da değiştirebilirsiniz. Ama eğer bir filmin ön sahnelerini çok keserseniz, resimlerden çabuk çıkarsanız, filmi durduramazsınız sonra. Giderek fazla hızlanır. Onun için başlarda sakin olmak gerekir.
ŞİDDETİN ŞİİRİ
Geçen gün bir yönetmen “abi sen çok sertsin” dedi. Evet, ben aslında şiddetin şiirini arıyorum. Yalnız kaldım ama Yeşilçam klişelerini, kalıplarını değiştirdiğimi sanıyorum. Ana akım sinemasına hiçbir zaman göz kırpmadım. Bu işe gönül verenler, yaşamak için film yapmazlar. Film yapmak için yaşarlar.
Ses, sinemaya ne katar?
Ses, bir filmin yüzde 60’ıdır bana sorarsanız. Bunu David Lynch’i okuyarak ve onun bütün filmlerini izleyerek öğrendim. Lynch, adeta sesle atmosfer kurar, sahne kurar. Mesela “Silgi Kafa”da tamamıyla sesle anlatılır her şey. Sonraki filmlerinde de sesler çok egemendir. Türkiye’de ilk defa sesli çekimi 1984 yılında Ayna filmi ile ben yaptım. Filmi sıkıyönetim olduğu için Yunanistan’da bir adada çektim. Sesli çekimin ne kadar önemli olduğunu da o filmde kavradım. Bir de ben sesleri biraz müzik gibi de algılamaya başladım. Doğa sesleri, insan sesi, rüzgarın, denizin sesi, bunlar çok etkili ve şiirsel efektlerdir.
BİR SAHNENİN ALTINI ÇİZMEK ZAFİYETTİR
Benim özellikle bir müzik sendromum var. Müzikten korkuyorum ve biliyorsunuz filmlerimde yaşadığım sorunlar oldu. Bir tren sahnesine, tren ritminde müzik koyuyorlar. Ona o ritimde müzik koyduğunuz zaman altını çizersiniz. Bir sahnenin altını çizmek bence zafiyettir. Onu yorumlamaktır esas. Benim için sinema, hayatın basit ayrıntılarından felsefe yapma işidir. Çok basit bir ayrıntıyı alır ve ondan felsefe yapabilirsem o film kalıcı olur. Müziği ne kadar çok geriye çeker, efektleri ne kadar çok öne getirirseniz o kadar etkili olursunuz. Ama dizi alışkanlığından arkadaşlar bangır bangır açıyorlar, hemen her sahneye müzik koyuyorlar. Bunu doğru bulmuyorum. İyi bir film müziği, kendini hissettirmeyen müziktir. Ama plakları yapılan bir film müziğiyse, o filmi ütülemiş demektir.
TÜRK SİNEMASININ ESKİ DÖNEMLERİ
Türk Sineması'nın hem geçmişini hem bugününü bilen birisi olarak bugünün ve geleceğin sinemacılarına Türk Sineması'nın eski dönemleri için "şuraya bakın" diyebileceğiniz bir şey var mı?
Benim sinemama bakın demek bana düşmez ama Lütfi Akad’a dönüp bakın. Çünkü Lütfi Akad’da kadrajda biraz geometrik araştırmalar vardır. Özellikle Sisler Rıhtımı’nda. Sakinlik, sadelik ve kadrajlarının sağlamlığı önemlidir. Metin Erksan’ın kamerası havada gevezelikler yapar. Diğer taraftan hemen her filminde yeni formlar bulur. Picasso nasıl durmadan yeni formlar buluyorduysa, sinemamızda da bunu Metin Erksan yapıyordu. Onun dayanılmaz çekiciliğine ben hayranım. Tabii en önemlisi de benimde çok yakınım olan Yılmaz Güney. Yılmaz Güney, senaryo yazarken karakterleri oynayarak yazardı. Yol filmine başlamadan önce bana oynayarak anlatırdı. Ben onun yüzüne bakarak filmi görmüştüm. Sonra işi durdurdu. Bunun nedenlerini artık herkes biliyor. Yılmaz Güney’in senaryo yazmaya vakti olmadı çok. Ama içeride “benim çok vaktim var” derdi bana. Sürü’yü yazdı. Yol’u yazdı. Bu iki senaryo çok önemlidir. Ders olarak okutulmalıdır. Öte yandan da bir sinema dehası vardır. Umut filmini yazarken geceleri dama çıkar ve Yenice paketinin üzerine notlar alır, gündüz o notlarla devam ederdi. İki gün sonrasının ne olacağı bilinmezdi. Ve her gece bunu yinelerdi. Her gece yenice paketine bir kaç sahne yazar, sabah bunu çekerdi. Hem Metin Erksan’da hem de Yılmaz Güney’de bir sinema dehası vardı.
EMEK SİNEMASI: İKSV NEDEN MÜDEHALE ETMEDİ
Emek Sineması’nda yaşananlar hakkında düşünceleriniz?
Bir kere sinemayı yukarıya taşıyacaklar ve cep sinemaları yapacaklar. Neden? Çünkü alışveriş merkezi yapılacak ve girişe vitrinler konacak. Ticaretin, sanatın ve kültürün üstünde olduğunu görüyoruz. Ticaret ve ekonomi kültürden daha öne çıkmamalı. Yukarıya taşınması aynı şey değil.
İkincisi, zamanında orası bir özel şirkete verildiğinde neden müdahale edilmedi? İKSV’nin içinde çok büyük burjuvalar var. Büyük holding sahipleri var. İKSV neden müdahale etmedi. Bu sorunun cevabını ben bulamıyorum. Geç kalınmış bir mücadeledir. Ama devam ederse, kurtarabiliriz diye düşünüyorum. Orası bizim belleğimiz. O kadar çok anım var ki. Hakkari’de Bir Mevsim’in, Bereketli Topraklar Üzerinde’nin ilk gösterimleri orada oldu. O geceleri unutamıyorum. Sonra Mavi Sürgün’le Altın Lale aldığım o anlar ebedileşir, o sahnede ebedileşir. Şimdi onlar yıkılıyor. Geçmişim, hafızam yıkılıyor. Emek Sineması, sinema olmaktan öte, çok daha geniş, çok daha anlamlı bir şey. Costa Gavras’ın dediği çok doğru. Simgesel yerleri yıkarsanız, sanatsal, politik ve sosyal bir hata yapmış olursunuz.
 *Yurt Gazetesi'nde yayınlanan röportajın kısaltılmamış halidir.


8 Kasım 2013 Cuma

DUVARA ÇARPIP IŞIK VE KÜLE DÖNÜŞEN KUŞAKLAR



DUVARA ÇARPIP IŞIK VE KÜLE DÖNÜŞEN KUŞAKLAR

Söyleşi: Erdem Şimşek
“Bahar İsyancıdır”, Selma Köksal'ın ikinci uzun metraj filmi. İsmini Onat Kutlar’ın “Bahar İsyancıdır” adlı eserinden alan film, eserin doğrudan bir uyarlaması değil. Hikayenin merkezinde bulunan tiyatro topluluğunun oyunları içinde Kafka ile birlikte yer buluyor Onat Kutlar’ın eseri. Ve oyunların, tiyatro ortamının dışında, dışarıdaki gerçek dünya çok daha karanlık oyunlar sergiliyor. Tiyatro topluluğunu Türkiye’nin prototipi olarak hikayeye yerleştiren Köksal, otobiyografik öğeler de kullanarak bu şablon üzerinden ilerletiyor hikayesini. Çerçevesini çizdiği dünya karanlık olsa da umuttan vazgeçmeyen bir söylemle konuşuyor Selma Köksal. Onat Kutlar’dan alıntılayarak duvara çarpan kuşakların kül kadar ışığa da dönüştüğünü, dönüşeceğini vurguluyor.


Hikayenin merkezinde bir tiyatro ekibinin varlığı, bana “geçmişe ait bir düşselliğin özlemi” hissiyatı verdi. Bugüne değil geçmişe ait bir anlatı öğesi gibi tiyatro toplulukları. Bu film için nasıl bir işlevi var bu tiyatro topluluğunun?

Sinemanın her daim temalarından biri olmuştur “geçmiş zamanın izinde“, yitirilenler anlamında, elden kaçanlar anlamında.  Sanırım size bir tiyatro topluluğunun öyküsünün bir filmde anlatılıyor olmasının geçmiş zamana dair bir şey gibi gelmesi, bir grup insanın birlikte ortak bir duygu ya da amaç etrafında birleşmesi artık zamanın ruhuna uygun olmayan bir durum. “Bahar İsyancıdır”, İstanbul’da bağımsız bir tiyatro topluluğunun izleğinde ilerliyor. Filmin senaryosunu yazarken büyük ölçüde kendi tiyatro topluluğumun öyküsünden yola çıktım. Ancak birebir bir dönem hikayesi çekmeye odaklanmadım. Birincisi gerçek bir dönem hikayesi çekebilecek ekonomik olanaklarım yoktu, ikincisi bu bir kurmaca filmdi ve ne yaparsam yapayım gerçeği birebir çekeceğim diye kendimi kısıtlamış olacaktım. Bu nedenle filmin öyküsünü “Sonra”, “Daha Sonra” diyerek 3’e böldüm ve 3. Bölümde de “Önce” diyerek 2. zaman dilimine geri döndüm. Filmin sonlarına doğru, 3. Zaman dilimi ile 2. zaman dilimine yazısız olarak birer kez daha geçtim. Elbette tüm bu zaman geçişlerine, anlamı iletmek, anlamı tamamlayacak duygu ve düşünce bütünselliğini yakalayabilmek içindi. Bana direkt sorarsanız çok yakın bir zamana kadar böyle bir tiyatro topluluğunun macerasının tam da içindeydim. Maalesef kendi tiyatro topluluğumuzun öyküsü Beyoğlu’nun oteller bölgesine dönüşüm süreci içinde bir kaç ay önce sonlandı. Yıllardır bulunduğumuz ve oluşturduğumuz tiyatro mekanımız şimdi otele dönüştürülecek. Yani artık geçmiş oldu.

Yine eskiyi anlatan birçok filmde bir arada yaşayan, hayatı paylaşan insanlardan kurulu topluluklar tiyatro toplulukları ya da kumpanyalar. Bugünse ancak “ortak amaçlarının süresi kadar” bir arada insanlar. Filmdeki tiyatro topluluğunun birlikteliği nasıl bu noktada?

Filmin öyküsünün esinlendiği tiyatro grubumuz “Oyuncular Tiyatro Grubu” 1991 yılında kuruldu ve en son oyunumuzu 29 Mart’ta oynayarak sonlandırdık. Yani 22 yıldır birlikteliğimiz sürmüş. Bu grup pek çok oyuncu, yönetmen, tasarımcı, müzisyen arkadaşımızın destekleriyle var oldu, büyüdü, sonrasında da Türkiye’deki, İstanbul’daki kentsel dönüşüm projesinden, kültür politikalarından nasibini alarak sonlandı.

Filmin edebiyatla ilişkisine gelelim. Hem Onat Kutlar’ın eserinden yola çıkıyor, hem de Kafka’nın dünyasını kapsıyor. Film, edebiyatla ilişkisini nasıl bir eksende kuruyor?

Herşeyden önce bu filmin temasının, adı gibi, Onat Kutlar’ın “Bahar İsyancıdır” adlı öyküsünün temasına bir gönderme olduğunu söylemeliyim. Kafka ise, kafkaesk dediğimiz atmosferle, içinde yaşadığımız ülkenin, insanlarına yaşattığı kabus gibi atmosferiyle var. Grubun kiracı olarak bulundukları bir Vakıf sahnesinin fuaye kısmındaki, provalarını yaptıkları “Sokağa Bakan Pencere” (grubun üzerinde çalıştığı Kafka’nın öykülerinden birinin adı) ve ardındaki Taksim meydanı; onlar Kafka provalarını yaparlarken Devlet dediğimiz iktidar mekanizmasının kul gibi gördüğü yurttaşlarına uyguladığı şiddet olaylarına tanıklık ediyor. Gene oyunlarını oynadıkları, provalarını yaptıkları bu bina, kayıp yakınlarını protesto eden gençlerin ve kayıp yakınlarının işgaline tanıklık ediyor. Böyle bir atmosferde yaşıyorsunuz, bu havayı soluyorsunuz, siz “Açlık Canbazı”nı (Kafka’nın bir öyküsü) oyunlaştırmaya çalışırken, dışardaki dünyada gerçekten birileri açlık grevinde ölümle burun buruna. İsterseniz Kafka’nın “Cezalılar Kolonisi” ve “Şarkıcı Josefine” adlı öykülerinin filmdeki yerleri ve göndermelerini de seyirciye bırakalım. Biraz onlarda seyircilik görevlerini yerine getirsinler.

Film üç zaman diliminde geçiyor. Zamanfilmde nasıl bir akışa, ritme, işleve sahip?
Filmin senaryosunun ilk yazımında aslında çok daha karmaşık bir zaman akışı tasarlamıştım ama algılamak konusunda okuyanlar zorluk çektiklerini söyleyince üç zaman dilimi ile sınırlandırdım. Bir de az önce anlattığım gibi bir kaç kez bu zaman dilimlerinde geçişler yaptım. Sinemanın yarattığı sinemasal zaman ve sinemasal mekan dediğimiz iki kavram da sihirli kavramlar. Her film, zamanı, her filmle tekrar tekrar başa sarılıyor. Sizin az önce geçmiş zaman dediğiniz şey, önümüzdeki zaman dilimlerinde filmi seyredecek seyirciler için hep şimdiki zaman olacak. Dolayısıyla sinemanın zamanı bambaşka bir zaman kavramı ve algısı. Ne iyi ki sonsuzluğa kadar şimdiki zaman.

Hem senaryo yazımında, hem çekimlerde teknik denemeler söz konusu.

“Bahar İsyancıdır”da sizin de az önce yakaladığınız gibi senaryo kurgusunda ufak tefek denemeler yapabildim. Daha cesur denemelerim inşallah ileriki projelerimde olacak. Ancak filmin çekimlerinde büyük ölçüde istediğim uzun haraketli planları ve doğaçlama oyunculuk tekniklerini deneyebildim ve uyguladım. Filmin %80 steady Cam ile çekilmesi yanında,zaman ve para sıkıntısı, birçok sahneyi bire bir çekmek zorunluluğunu getirdi. Bu anlamda mükemmele yaklaşabilecek görüntü (netlik) ya da oyunculuk ya da ışık tasarımı uygulamalarımızdan ödün vermek zorunda kaldık. Örneğin bir oyuncu –“ben burada oyunculuğumu beğenmedim”, ya da ışık tasarımcısı –“bu ışık olmadı”, dediyse de ben devam etmek zorunda kaldım. Bir de hayıflandığım iki gün daha şehir çalışmak ve filmin aralarında şehir görüntülerini daha çok kullanmak istiyordum ancak çekim programımızı yetiştiremedik ve ben iki gün daha kamera ekip ve ekipmanını temin edemedim. Gene de filmin ritmi ve stili genel anlamda istediğim gibi oldu. Ritim, biraz hızlı bile oldu denilebilir. Burada benim kişisel ritmim de söz konusu. 

Umutsuz bir dünya mı izleyeceğimiz yoksa aslında bir umudun izini mi sürüyoruz gizliden?

Elbette tüm bu acı tabloya rağmen umudumuzun, ütopyalarımızın izini sürüyor filmim, başka türlüsü düşünülemez, çünkü ütopyasız bir insanlık var olamaz. Onat Kutlar’ın inci tanesi bir Türkçe ile yazdığı aynı adlı öyküsü bu metaforu öyle güzel anlatmış ki! Duvara çarpıp ışık ve küle dönüşen kuşaklar! Her birimizin hayatı, hatta kuşakların hayatları ne yazık ki süpürülüyor ancak kelebek etkisini unutmayalım,  toplumsal değişimler bir kuşakla, ya da kuşaklarla değil belki de çok daha uzun süreçlerin ve uğraşların sonucudur. 

Bu sarmal bir durumu işaret ediyor aslında. Hikaye içinde gerçekle çatışan sanat; Kafka'dan daha Kafkaesk dünya; ama o dünyanın ipliğini pazara çıkartacak olan da bu sefer sinema ile yine sanat.

Adrea Bazin, bir yazısında sinema ile gerçek ilişkisini Asimptod ilişkisine benzetir. Sinema gerçeğe hep daha çok yaklaşır ancak bir türlü çakışamaz. Yani gerçek olamaz. Ancak tüm sanatlar içinde en çok gerçekle işkillendirilen sanat dalıdır sinema. Ben de hep gerçeği reverans alarak film dünyamı oluşturmaya çalışıyorum. Aslında bu filmde de arka plandaki Türkiye panoraması ve İstanbul’un manzaraları ile grubun üzerinde çalıştıkları Kafka öyküleri ile çakışmalar, paralellikler, sadece retorik düzeyde değil, görsel olarak da çokça var. Beni en çok ilgilendiren ise, başkahramanımın ve diğer yan kahramanlarımın dirençleri. Filmimde, bombalı bir saldırı sonucu öldürülecek olan yazarın, gelecekte karanlık güçler tarafından yaşamı elinden alınacak bile olsa, Rüya’nın “ülkemizde karanlığın, gericiliğin hakim olmasından hiç mi korkmuyorsunuz” sorusuna, dimdik, onurla “hiç korkmuyorum” diye cevaplamasının geleceğe dair bir ışığın, direncin simgesi olduğunu düşünüyorum. Sanat ise direnmenin en önemli unsurlarından biridir, ya da benim için öyle.

Sanatçı için her eseri ayrı, özel anlamlar taşır. Sizin için nerede duruyor “Bahar İsyancıdır”
Sanırım benim için hep en özeli en yürek parçalayıcı olanı olacak.

Gösterime yalnızca tek kopyayla girecek film. Bu konuda ne söylemek istersiniz?
Ben ne diyeyim? Konuşması gereken benden önce koca bir sektör var. Yapımcılar, dağıtımcılar,  festival yöneticileri, ön jürileri arka jürileri, televizyonlardaki film alımcıları… Onlar konuşsun, onların eseri.

Yurt Gazetesi Kültür Eki'nde yayınlanmıştır